27 Eylül 2018 Perşembe

SALAT ve NAMAZ NEDİR DEVAMI..

MISIR’DA MUKAVKIS’A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, rahîm Allah adına. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Selâm, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.

Buna göre ben seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslümanlar olduğumuza şâhid olun” deyin. (Âl-i İmrân/64)

Allah’ın elçisi Muhammed.

Netice olarak bu ümmet, Allah’ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek ve Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir.

Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybları en iyi bilensin. (Mâide/117)

Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar [onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)

Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhidler getirmediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. (Nûr/13)

Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir (Bakara/143) ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

Bunun üzerine Rabb’leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binaenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/195)

Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)

Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)

Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye [hedefe, stratejiye] çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir. (Bakara/144)

Bu âyette, Rasûlullah’ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o’nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize, sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emri verilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır ki o da, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.

Âyetteki vech lafzı, sadece “yüz” demek değil, “tüm benlik ve varlık” demektir. Çünkü vech[yüz], Arapça’da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı gereğince, vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi, canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya çevrilmesi ise; “duada bulunmak, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedekisema ile evrenin/yaratıkların ötesi [en üst nokta] kasdedilmiştir.[35] Zira insan, fıtraten, Allah’ı düşünürken yere değil, göğe bakar. Nitekim dua ederken ellerini semaya doğru kaldıran kişi, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirerek Allah’a yalvarır. Örfte de, olağan dışı olaylarda, “gökten düştü” tabiri kullanılır, hatta Allah’tan gelen dinlere ve kitaplara, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah’a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klasik anlayışlardan birkaç örnek şöyledir:

Hoşnud olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz. Peygamber Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be’ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”Ebû îshak da el-Bera’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis’e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be’ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”[36]

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis’e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be’ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs’dan Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

– Ey Cebrâîl! Allah’ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum.

Bunun üzerine Cebrâîl o’na şöyle dedi:

– Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!

Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl’in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.[37]

İbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî’nin İbn Abbâs’tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs’e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ’nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o’na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be’nin oluk tarafına döndürdü. Hâkim,Müstedrek‘inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be’nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr’ı Mescid-i Harâm’da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be’nin oluğu olduğunu söyledi.” Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ’dan nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden biri böyledir. Buna göre maksad, Kıble’nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî’nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattadır– maksad “yönelme”dir. Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali’den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda, “o yöne” demiştir. Ve ardından da, “Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu’l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre, kıble, doğu ile batı arasıdır. Ebû Nu‘aym der ki: “Bize Züheyr, Berrâ’dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be’nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir topluluk da vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı ve rükû’da olan bir mescid halkına rastladı. Adam, “Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım” dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler. Abdurezzâk der ki: “Bize İsrâîl Berrâ’dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a) Medîne’ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs’e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be’ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihayet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be’ye döndürüldü. Neseî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ’nın şöyle dediğini nakleder: “Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni birşey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz… âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekât namaz kılalım ve ilk namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekât namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer’den nakleder ki: Rasûlullah’ın (s.a) Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah’ın Ka‘be’ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır.[38]

Hâlbuki konumuz olan âyette de bu pasajda yer alan diğer âyetlerde de, salât veya namaz [tazarrulu dua] kelimesinin olmadığı görülmektedir. Ama ne yazık ki birileri, “yüzün Mescid-i Harâm yönüne, hoşnut olunacak kıbleye çevrilmesi”ni, “müslümanların, namaz kılarken Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak zihinlere yerleştirmişlerdir. Bize göre bu davranış, gafletin de ötesinde bir ihanet olup dini saptırma, bozma girişimidir.

Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun. (Bakara/145)

Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Rasûlullah’ın muhatap aldığı-alacağı Yahudiler ile ilgili bilgiler verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah’ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmakta ve bu stratejiden taviz vermemesi sert bir şekilde ihtar edilmektedir.

Görüldüğü gibi âyette, onların kendilerine göre birer kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] bulunduğu, birçok kanıt gösterse de onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah’ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Malum olduğu veçhile Yahudilerin kıblesi, “sarı sığır-buzağı, yani altın’dır. Mü’minlerin kıblesi de, tevhid ve adalettir. Bunu gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekâtı vermek, emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumunda da savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, ne kıblesi “altın” olan Yahudilerin ne de inanmayanların mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri mümkün değildir.

Burada “sen” ifadesiyle Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz? (Câsiye/23)

Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5)

Klasik kaynaklar bu âyetle ilgili olarak şunu nakletmişlerdir:

Rivâyet edildiğine göre Medîne yahudileri ile Necrân hristiyanları Hz. Peygamber’e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur.[39]

Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o’nu [Peygamberi] kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar. Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın! (Bakara/146-147)

Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah’tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk’tan, ancak hakk [gerçek] sâdır olur.

Ayrıca bu âyetlerde, Yahudilerin kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat çekilmekte; onların, Rasûlullah’ın gerçek peygamber, yaptıklarının da hakk olduğunu, tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi ise başka sûrelerde verilmektedir:

Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–(Neml/14)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)

Klasik kaynaklar bu âyet ile ilgili de şu olayları nakletmişlerdir:

Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm’a şöyle demiş: “Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed’i (s.a) tanıyor musun? O da şu cevabı vermiş: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki emînini yeryüzündeki emînine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince, annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”[40]

Hz. Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm’dan (r.a) Hz. Peygamber’i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o’nu, oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, O, “Çünkü ben Hz. Muhammed’in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü.[41]

Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gâfil de değildir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/148-151)

Bu âyet grubunda, her halkın benimsediği bir ideal hedef, sosyal ve siyasal strateji olduğu ve herkesin de kendi hedefine yöneldiği açıklandıktan sonra mü’minlere; hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrarlanarak “Mescid-i Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Âyetin orijinalindeki viche sözcüğü, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup “kıble” sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de sosyolojik-siyasal yöndür; yani hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir.

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, “Mescid-i Harâm tarafı”nın “kıble” [hedef, sosyal siyasal strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için,yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani; Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte Allah, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bu hususları gerekçe olarak göstermektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk ettirilemeyeceği, yani öyle yapmakla Allah’ın bizler için istediklerinin sağlanamayacağı, her dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir.

O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerekmektedir? Bu sorunun cevabı Kur’ân’da şöyle verilmektedir:

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. (Bakara/125)

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke’dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

Allah, Ka‘be’yi; o Beyt-i Harâm’ı, haram ayı, hedyi [hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı] ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. (Mâide/97)

Yukarıdaki âyetlerde yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilmektedir:

• Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].

• Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.

• Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.

• Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

• Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.

• Müslümanlar, İbrâhîm’in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.

• Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir.

“Mescid-i Harâm”ın Kur’ân’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edilince görülmektedir ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be’nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

• Özerk ilâhiyat okulları [“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyât okuludur] açılmalı ve bu okullardaki ilâhiyâtı, tevhidi öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.

• Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.

• Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.

İşte Kur’ân’da yer alan, Allah’ın emrettiği kıble/strateji budur. Yoksa, namaz kılarken insanların yönlerini fizikî olarak Mekke’ye çevirmesi değildir.

Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah’ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Zaten bu âyetlerden sonra, yani Medîne döneminde Peygamberimiz fiilen “Melik Elçi” olmuştur [hem elçilik, hem de komutanlık dâhil yöneticilik görevlerini yürütmüştür].

Şu âyetler onun bu görevlerine yöneliktir:

De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah gafûrdur, rahîm’dir. (Âl-i İmrân/31)

Kim Elçi’ye itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)

Allah’ın, o kent halkından, Rasûlü’ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisi’ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)

Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havâle edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir. (Nisâ/59)

Netice olarak diyoruz ki: Kıble, uygulandığı gibi namazın rüknü değil, müslümanın hayattaki sosyal ve siyasal hedefidir.

NAMAZ

“Namaz” sözcüğü Hindçe’den Farsça’ya, Farsça’dan da Selçuklular döneminde Türkçe’ye geçmiştir. Farsça’daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsça’ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.

Namaz” sözcüğünün Farsça’daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.

Bunu da Rabbimiz şu âyetiyle emretmiştir.

Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. (A‘râf/55)

Âyetin orjinalindeki  تضرّعاً[tezarru‘an] ifadesi,  ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermek”tir.[42]Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.

Âyetin orjinalinde yine  و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunanhufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd’dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir.[43]

Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır. Biz de önce dua hakkında bilgi verdikten sonra tazarru ile yapılan duaya [namaza] geçeceğiz.

DUA: İnsan kişiliğindeki zaafların yol açabileceği kaymaları önlemek için olsa gerektir ki, ilâhî dinlerde, insanda yaratılıştan var olan dinî yöneliş duygusunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir hâlde bulunmasını sağlayacak bazı davranışlar görev hâline getirilmiştir. Bu davranışlar, yapılması zorunlu kılınan ibadetlerdir ve özellikle de ibadetlerin özü olan duadır. Dua ile insanın bilhassa refahta ve rahat ortamda iken Allah’ı hatırlaması öngörülmüş, böylece bencil isteklerine kapılmasının engellenmesi hedeflenmiştir.

İbadet ve dua sayesinde Allah’a yönelme güdüsünü canlı tutan insan, Allah’a boyun eğmekten [kulluktan] hiç çıkmayacağı gibi, bu şekilde gösterdiği küçülme ve saygı da Allah’ın rahmet ve bereketinin hep onun üzerinde kalmasını sağlayacaktır. Böylece ilk bakışta insanın Allah’a doğru bir yönelişi olarak görünen dua, Allah’ın rahmet ve şefkatini celbetmek sûretiyle Allah ile kul arasında karşılıklı bir ilişkinin başlangıcı hâline dönüşecek, bir başka boyut kazanacaktır.

Bu sebeple dua, kulluğun en ileri mertebesi ve ibadetlerin özü ve en önemlisidir. Rabbimiz kulun ancak duası ile değer kazanacağını bildirerek duanın önemini şöyle vurgulamıştır:

De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkân/77)

Allah ile kul arasındaki böyle bir ilişkide bir vasıtanın olamayacağı ortadayken, aracısız yapılacak duaların Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceği hakkında Peygamberimize soru sorulmuş olmalı ki, Rabbimiz bu sorulara, dua edenlere çok yakın olduğunu ve onların dualarına karşılık vereceğini bildiren âyetlerle cevap vermiştir:

Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.(Mü’min/60)

Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O hâlde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana inansınlar. (Bakara/186)

Yüce Allah, kuluna cevap vermek için ondan sadece Kendisine başvurmasını istemektedir. İnsanın Allah’a başvurması için pek çok sebebi olabilir. Bu sebepler hayranlık, hamd, şükür olabileceği gibi, herhangi bir şeye ihtiyaç, korkulandan kurtulma ve yapılan hataların bağışlanması isteği de olabilir.

SÖZCÜK ANLAMI: Dua, “da’vet” ve “da’va” sözcükleri gibi mastar olup “çağırmak, seslenmek” demektir.

İslâmî terim olarak “dua” ise, “yaratıklardan alâkayı keserek Allah’a yönelip O’ndan hayır istemek [hayır istemek için O'na yakarmak]” demektir.

Dinlerdeki duaların; içerik ve biçimleri değişik olsa da, asıl olan dua yalvarıp yakarmaktır. Çünkü insan, kendisinden daha üstün olan bir varlıkla irtibat kurma ihtiyacı duyar. Bu sebeple, dua ederek varlığını kabul ettiği o Yüce Güç karşısında duyduğu saygı ve ümit hislerini açıklar, böylece bu ihtiyacını en üst seviyede karşılayarak gönlü huzura kavuşur. Dolayısıyla dua, Allah ile O’na inanan ve hâlini arz edip O’ndan niyazda bulunan kul arasındaki yakın ilişkinin nişanesi olan bir konuşmadır. Zaten bu sebeple duaya “münâcât” [Allah ile gizliden ve ruhsal konuşma] adı da verilmiştir.

İSLÂM’DAN ÖNCE DUA:

İlkel topluluklardaki dua; aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına cemaatin “âmin” diyerek katılması şeklindedir. Bu en iptidai şeklinde bile “kötülüklerden korunma” veya “dünya nimetlerinden faydalanma isteği”, duanın en belirleyici özelliğidir. Hind mistisizminde Upanişad‘lardan kaynaklanan ve yoganın psiko-tekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm’de dua inandırıcı sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm’de yüce varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda’ya dua etmek ve ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm’de dua, mabette veya evde tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir.

Eski Meksika, Sümer, Bâbil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardı. Maniheizm’deki duada ruhu etkileyen düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mabedinde yapmışlardır. Germen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan dininde dua, geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi. Sümerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya’da özellikle Hind yogasında da görülmektedir.

Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında dönülmesi gibi hususlar ilkel kabile dinlerinin özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara bağlı olarak dua edilmiştir.

YAHUDİLİKTE DUA

Yahudilikte dua, Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbranice tephillah, “dua” anlamına gelir. Tevrat’ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra olmamakla birlikte, 66 cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs’e yönelmek sûretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak’ın yıkılışından sonra Yahudilerde toplu dua da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Yahudiler günde 3 defa [sabah, öğle ve akşam] dua ederler. Ayrıca sinagogda Cum‘artesi [sabbat] ve bayram günlerinde bunlara ek olarak dualar yapılır. Sabah duasında dua atkısı talet [tallit] kullanılır, dua kayışı da sol pazuya ve alına takılır. Dua dili İbranice olmakla birlikte bazı eski Aramice dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel ayin elbisesi giymek gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmurlar hem Yahudi hem de Hristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır.

HRİSTİYANLIKTA DUA

Hristiyanlıkta dua, dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua, Tanrı’ya ulaşma, O’nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah’a güven ve yüce bir inanış vardır. Luther’e göre dua inancın eseri, Calvin’e göre Allah’ı kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İncillerde tavsiye edilen belli bir dua şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, Vl/7). İncillerin tamamında duayı ilgilendiren 75 kadar cümle tesbit edilebilmektedir. Hristiyanlıkta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsili’nde (M. 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Hristiyan dualarında temel unsuru Îsâ peygamber teşkil etmekle beraber Allah ve Ruhu’l-Kudüs de duanın önemli rükünlerindendir.

Günümüzde Hristiyanların günlük [sabah, öğle ve akşam], haftalık [pazar], ve yıllık [paskalya] olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (M.S. 150). “Rabbin duası”, Hristiyanlık için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik Kilisesi’nde günde 7 ayrı dua saati bulunmaktadır. Ortodoks Kilisesi’nin geleneğinde gün batarken okunan “Vesperum”, günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri pek fazla değişiklik göstermez.[44]

İSLÂM’DA DUA

Kur’ân’da dua ile ilgili âyetler oldukça geniş yer tutmaktadır. Doğrudan dua ile ilgili olan 200 kadar âyetten başka Kur’ân’da ayrıca tevbe, istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok sayıda âyet vardır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, bir kısmında ise duanın usûl, adap ve tesirleri üzerinde durulmuştur.

DUANIN GEREĞİ: İnsan davranışlarına bakıldığında, ateist ve din karşıtı olanların bile dara düştükleri zaman gayr-i ihtiyarî Allah’a sığındıkları görülür. Bu davranış, insanlardaki dinî eğilimin, kulluğun, Allah’a sığınıp yalvarmanın fıtrî [yaratılıştan gelen] bir özellik olduğunu gösterir. Zaten Rabbimiz de insana hem fücur hem takvâ ilham ettiğini bildirmiştir:

Nefse ve onu düzenleyene; –ki O, ona fücurunu ve takvâsını ilham etti– (andolsun ki,)(Şems/7-8)

İşte bu ilham gerekçesiyledir ki, insan, inkârcı olduğunu söylese bile sıkıntı anlarında Allah’a yönelir. Çünkü evrendeki canlı-cansız her şey Allah ile fıtrî bir ilişki içindedir:

Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbîh ederler. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir çok bağışlayandır. (İsrâ/44)

İnsanın zor şartlarda ve çaresizlik içindeyken Allah’a yönelip duaya başvurması şeklinde ortaya çıkan genel psikolojik mekânizma, Kur’ân’ın ısrarla üzerinde durduğu bir konudur. İnsan tabiatında fıtrî ve küllî bir motif olarak bulunan bu yönelişin [dua etme ihtiyacının] hangi durumlarda belirginleşip zayıfladığı Kur’ân’da örneklerle açıklanmıştır. Bu açıklamalardan bir genelleme yapmak gerekirse; insan, bir tehlike karşısında iken veya sıkıntıya düştüğünde bütün samimiyetiyle Allah’a yönelip, yatarken, otururken, ayakta dururken, bıkıp usanmadan iyilik ve başarı dileyerek dua etmekte, tehlike geçtikten veya sıkıntısı giderildikten sonra kendisini emniyette gördüğü veya sıkıntının üstesinden gelmeyi kendisinin başardığına inandığında ise Allah’tan yüz çevirerek duadan uzaklaşmaktadır. Bu ikinci durumda kendi güç ve yeterliliğini gözünde büyütüp bencilleşerek nankör ve zâlim bir tavır sergilemektedir:

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara, yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yûnus/12)

Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman-küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokmân/32)

İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen, karamsardır, ümitsizdir. (Fussilet/49)

İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hâli unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.” (Zümer/8)

Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussilet/51)

O, sizi bir candan yaratan, ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabb’lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir çocuk] verirsen, andolsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.” Ne zaman ki onlara [o ikisine] sâlih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A‘râf/189-190)

Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tevbe/75-76)

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.” Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.– (Yunus/22-23)

Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız. Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabb’lerine şirk koşarlar. (Nahl/53-54)

Âyetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için âyetler vardır. Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman-küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokmân/31-32)

İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da, “O, bana bir bilgi üzerine verildi” der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velakin onların çoğu bilmezler. (Zümer/49)

Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabb’lerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara Kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabb’lerine şirk koşarlar. (Rûm/33)

İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsrâ/67)

DUA YALNIZCA ALLAH’A YAPILIR: Kur’ân’da duanın sadece Allah’a yapılması gerektiği açıkça vurgulanmış ve Allah’tan başkalarına [putlara veya kendilerine kutsallık izafe edilmiş kişi ve meleklere] dua edilmesi yasaklanmıştır:

O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun. (Şu‘arâ/213)

Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz. (Kasas/88)

Ayrıca, Allah’tan başkasına dua edenler kınanmış ve uyarılmışlardır:

Allah’ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana mühlet vermeyin.” (A‘râf/194-195)

Gerçeğin daveti yalnızca O’nadır. Onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar, ancak ağzına gelmemesine rağmen ağzına su gelsin diye iki avucunu açan gibidir. Ve kâfirlerin duası sadece bir sapıklık içindedir. (Ra‘d/14)

Onların, Allah’ın astlarından yalvardıkları kimseler de herhangi bir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır. (Nahl/20)

Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisâ/117)

Allah’ın astlarından da kendine zarar ve menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte bu, çok uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü mevla [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır. (Hacc/12-13)

DUANIN ADABI: Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah’ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:

Ve Allah’ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah’ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nisâ/32)

Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir. (Nisâ/134)

De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her mescidde yüzünüzü O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.” (A‘râf/29)

Rabbinize yalvara-yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok yakındır. (A‘râf/55-56)

Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler. (A‘râf/180)

Ve sabah-akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! (A‘râf/205)

Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O halde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. (Bakara/186)

O [Ya‘kûb] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle kâfirler kavminden başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez. (Yûsuf/86-87)

Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.(Mü’min/60)

Biz de o’nun için icabet ettik de kendisine Yahyâ’yı ihsan ettik. Ve o’nun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiyâ/90)

Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. (Meryem/3)

İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah’a dua ediyorsunuz!” [45] demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.

Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken adab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:

• Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O’na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.

• Dua, Allah’ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82′ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah’a Esma-i Hüsna’sı ile hitap ederek yakardığı görülür:

Ancak âlemlerin Rabbi ayrı… O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.(Şu‘arâ/77-82)

• Dua, hudû ve huşû içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de hudû ve huşû duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.

• Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah’ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.

• Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.

• Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.

• Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân’da yer almış, Allah’ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvay olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.

Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah’a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda zikrettiğimiz, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez (A‘râf/55) emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân’daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur.

Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsça’daki “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı Arapça’da ve Kur’ân’da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah’tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.

Âyetten anlaşıldığına göre namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir. Şöyle ki:

Kul;

• Saygılı bir şekilde durarak,

• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce olduğunu ifade ederek],

• Bel bükerek,

• Yere kapanarak,

• Oturup boyun bükerek Allah’a yakaracaktır.

Bu sürekli alçalış şekli, bizzat Rasûlullah’tan bize intikal etmiş bulunmaktadır. Nitekim günümüzde kılınan namazın şekli böyledir.

Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürmüşler ve, “Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terkederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir. Önce bu şartları maddeler halinde sunup sonra da tahlillerini yapacağız:

NAMAZIN ŞARTLARI [BAŞLAMADAN ÖNCEKİ ŞARTLAR]:

l) Hadesten [hükmî pislikten] taharet/temizlik.

2) Necasetten [hakiki pislikten] taharet.

3) Avret sayılan bölgeleri örtmek.

4) Namazı kıbleye dönerek kılmak.

5) Her namazı kendi vaktinde kılmak.

NAMAZIN RÜKÜNLERİ [BAŞLADIKTAN SONRAKİ ŞARTLAR]:

1) Niyet [kılınan namazın hangi namaz olduğunu bilmek].

2) Başlangıç tekbiri.

3) Farz namazları ayakta kılmak.

4) Namazda Kur’ân’dan mutlaka bir parça okumak.

5) Rükû [ayakta iken belden eğilmek].

6) Secde [alnını yere koymak].

7) Son oturuşta “tahiyyât” okuyacak kadar durmak.

Evet, birileri tarafından bunlar şart koşulmuş; “bunların tümü farz olduğu için, bunlarsız farz namaz düşünülemez. Biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur” anlayışı hâkim kılınmıştır.

BU KOŞULLARIN TAHLİLİ

HÜKMÎ PİSLİKTEN [HADESTEN] TAHARET/TEMZLK

Bu madde, “hükmî [varsayılan ya da manevî] pislik” olarak açıklanmış ve cünüblük ve abdestsizlik, hayız ve nifas [lohusalık] bu kapsamda sayılmıştır. Birileri tarafından bu durumlarda namaz kılınamayacağı, kılınırsa kabul edilmeyeceği kuralı konulmuştur.

GERÇEK PİSLİKTEN [NECASETTEN] TAHARET/TEMİZLİK

Bu şart ile de, “namaz kılanın hem vücudu ve elbisesinin, hem de namaz kılacağı yerin temiz olması” kuralı konulmuştur.

Halbuki namaz görevini bize yükleyen Allah, Kendisine yakarmak için böyle şartlar koşmamıştır. O, her halukârda bizden Kendisine yakarmamızı istemiştir. Yukarıda da naklettiğimiz gibi, görünürdeki temizlik ve ziynet, salât için emredilmiştir. Yani, toplum içine çıkıldığı zaman temiz olunması ve süslenilmesi istenmiştir. Bireysel olarak kılınan namaz için herhangi bir şart yoktur; insan her durum ve şertte namazını icra edebilir.

AVRET OLAN YERLERİNİ ÖRTMEK

Bu şart ile de, “namazda kadının yüz, el ve ayakları dışındaki yerlerinden, erkeğin ise göbekle diz kapağı arasındaki bir yerinden, bir organın dörtte-biri kadar açık olması namaza engeldir. Tenin rengini gösteren elbise, hiç giyilmemiş gibidir” kuralı oluşturulmuştur.

Allah, namaz için böyle bir şart da koymamıştır. Rabbimiz insanların toplum içine çıkacakları zaman, avretlerini örtmelerini, ziynetlerini dışa vurmamalarını emretmiştir:

Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Ziynetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah’a tevbe edin! (Nûr/30-31)

O halde, evinde münferit niyazda bulunan kimse için böyle bir şart söz konusu değildir. Bu, yukarıda da değindiğimiz gibi salâtın şartlarındandır. Salât ikâme edilirken, salâtın ikâme edileceği yerlere [musallâ ve mescidlere] çıkılırken mutlaka temiz olunmalı ve ziynet takılmalıdır. Bu hususlar yukarıda salât konusu çerçevesinde açıklanmıştır. Hatta bireysel tazarrulu niyazda bulunurken, basit-sade bir giyim tercih edilmelidir. Zira gösterişli ve değerli elbiseler, kibre sebebiyet verebilir.

KIBLEYE DÖNMEK

Bu şart ile, namaz kılarken Ka‘be’ye dönmek zorunlu kılınmış ve Ka‘be’nin etrafında bulunanların kıblesi ise, bizzat Ka‘be’nin kendisi sayılmıştır. Ka‘be’den uzaklarda olup onu göremeyecek olanların kıblesi ise Ka‘be’nin bulunduğu yön kabul edilmiş; ancak Ka‘be’ye tam olarak isabet edememenin bir zarar vermeyeceği söylenmiştir.

Bu şart da, İslâm’ı yozlaştırma çabasının bir ürünüdür. Yukarıda detaylıca açıkladığımız gibi, kıbleye yönelme, namazda Ka‘be’ye dönmek değildir. Müslümanların siyâsî, iktisadî ve askerî stratejileridir. Bu konu yukarıda “Salât” bölümünde genişçe açıklanmıştı.

Allah her yönde bizimledir. Allah’a niyazı, belirli bir yöne bağlamak, Kur’ân ile çelişen bir düşünce olup İslâm’a da ihanettir. Kul hangi hal üzerinde ve hangi yön üzerinde ise Rabbine niyazda bulunur, belirli bir yön aramaz.

VAKİT

Bu şartla da namaz, birileri tarafından vakitlere bağlanmış, farz ve nafile diye kısımlara ayrılmış ve vaktinde kılınmayan namazın başka zaman kaza edileceği kuralı getirilmiştir. Klasik görüşe göre namaz vakitleri şöyledir:

Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan süredir. Öğlenin vakti; zevâlden, yani gölgenin en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. İmam A‘zam dışındaki imamlara göre ise, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. İkindinin vakti; öğle vaktinin bitiminden güneşin batışına kadarki süredir. Akşamın vakti; güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süredir. Yatsının ve vitrin vakti; akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna kadarki süredir.

Vakitler hakkındaki diğer görüşler:

A) MÜSTEHAB VAKİTLER:

Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehabtır: Meselâ;

1. Sabah namazını, selâmdan sonra abdest alıp Fâtiha dışında 40 âyet okunacak kadar bir zaman kalacak şekilde geciktirmek.

2. Öğleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar ertelemek.

3. İkindiyi, güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.

4. Yatsıyı, gecenin son üçte-birine kadar geciktirmek.

5. Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar geciktirmek.

6. Kışın, öğleyi acele kılmak.

7. Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.

8. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.

9. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsının dışındaki namazları geciktirmek müstehabdır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz hesaplanmasına göredir.)

B) MEKRUH YA DA HARAM VAKİTLER:

Namazın kılınmayacağı vakitler:

1. Güneşin doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika.)

2. Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (ögleden yaklaşık 15 dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)

3. Güneş, sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık 45 dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.

4. Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır.)

5. İkinci fecrin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın sünnetinden başka nafile namaz kılmak.

6. Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.

7. Hutbe okunurken nafile kılmak.

8. Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.

9. Arefe ve Müzdelife’den başka bir yerde, bir özürle de olsa iki vakti birleştirerek kılmak.

Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur.

Doğrusu, Allah namazı bir vakte bağlamamıştır. Kul, dilediği anda ve dilediği sürece tazarrulu duada bulunabilir, yani namaz kılabilir. Namazların vakte bağlanması, salât ile namazın karıştırılması sebebiyledir. Kur’ân’a göre salâtın vakitleri vardır, namazın vakti yoktur. Rasûlullah, genellikle salâtı ve namazı mescid veya musallâda birlikte icra ediyordu. Sonradan salât ortadan kaldırılınca, salât vakitleri, namaz vakitleri olarak kabul ettirildi. Netice olarak namazın vakti olmayınca, doğal olarak kazası da söz konusu değildir.

Namaza engel olan tek şey, bilinçsizliktir. Rabbimiz, bilinçsiz [sarhoş ve cünüb] iken salâta yaklaşmayı yasaklamıştır. Çünkü bilinçsiz bir kimsenin salâta katılmasının bir anlamı yoktur; zira topluma maddî ve manevî bir katkısı olamaz.

Bilinçsiz insanın da tazarrulu bir niyazda bulunması mümkün değildir. Burada konu ettiğimiz bilinçsizlik, “uyku, unutmak, sarhoşluk, baygınlık, bunaklık ve deliliktir.”

NOT: Tebyîn çalışmamızda, İsrâ/78-79 ve Hûd/114. âyetlerin tahlilinde “Namaz vakitleri” hakkındaki açıklamamız, Rasûlullah’ın “Salât” ile “Namaz”ı birlikte icra etmesine yönelik olup –yukarıda da açıkladığımız gibi– salt “namaz vakti” demek değildir. Âyetlerdeki açık ifade, “salât vakitleri”dir”. Bunun ne ve nasıl olduğu yukarıda detaylıca açıklanmıştır.

KAZA NAMAZI

KAZANIN TARİFİ

Kaza, “herhangi bir mazeret dolayısıyla vaktinde yapılamayan ibadetin, vakti çıktıktan sonra başka bir vakitte yapılması”dır.

Peki, vaktinde kılınmayan namazın kazası olur mu? Diğer bir ifadeyle; geçmiş namazlar kaza edilir mi? İşte bu konuda Müslümanlar, İslâm’ın tasvip etmediği yanlış inanç ve uygulamalar içindedirler. Toplumdaki bu yanlışın dinimizdeki doğru şeklini, ana kaynağığımız Kur’ân ve onu en iyi anlayıp uygulayan Rasûlullah’ı dikkate alarak açıklayacağız.

Vaktinde kılınmamış namazların kazasına dair Kur’ân’da bir âyet olmadığı gibi, buna bir işaret de sözkonusu değildir.

Kanaatimiz odur ki, bizim bu konuda sunacağımız görüş, hem din bilginlerince ortaya konulmuş görüşlerin bir hâsılası, hem de en doğrusudur.

Konuyla ilgili teknik açıklamalara geçmeden önce, kaza namazı kılacak bir müslüman portresi çizmekte fayda vardır: Anadan doğma müslüman, ekserisi hacı-hoca çocuğu, sağlıklı, genç, dinamik, aklı başında, vakti bol, ama kırkına kadar namaz kılmamış, belki bayramdan bayrama veya Cum‘adan Cum‘aya kılmış. Şimdi geçmişte kılmadıklarını kılıyor.

Yukarıda verdiğimiz kaza tarifinde, “bir mazeret nedeniyle” ifadesi yer almaktaydı. Ne var ki, Kur’ân’daki âyetlere ve Peygamber’in bu âyetleri uygulamasına dikkat edilirse, akıl nimetinden yoksun olma dışında namaz kılmamaya herhangi bir mazeret veya ruhsat olmadığını görürüz. Ancak mazeret, oruç için sözkonusudur, fakat mazeret sona erdiğinde oruç kaza edilir.

Ramazan ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık açık açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhid olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya yolculukta ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. (Bu kolaylık, takvâlı davranmanız) ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir. (Bakara/185)

Yine vaktinde korku sebebiyle icra edilemeyen veya eksik icra edilen salâtlar da koşullar normale dönünce icra, yani kaza edilir:

Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim- öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Dikkat edilirse orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve yolculuk sebepleriyle; salâtın kazası ise korku nedeniyle olmaktadır. Keyfi olarak vaktinde tutulmayan oruçları ve ikâme edilmeyen salâtları, kaza etme ruhsatı verilmiyor. Mazeretsiz olarak terkedilen ibadetin kazası olmaz, cezası olur. Bu suç da Allah ile kulu arasında olduğundan kulun tevbe etmesi gerekir.

Namazın da kaza edilmesi gerektiğini düşünenler, namazı oruca kıyas etmek sûretiyle bu sonuca ulaşmaktadırlar. Oysa, oruç ve namaz birbirine kıyas edilemez. Mahiyetleri ve amaçları farklı olması nedeniyle kıyasdaki ana neden/ortak illet burada söz konusu olamaz. Ayrıca kıyas, zannî bir delil olup kesinlik ifade etmez. Zann ise dinde bir değer taşımaz. Zann üzerine inanç ve amel bina edilmez. İşte Allah’ın beyanı:

Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zann, hakktan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. (Yûnus/36)

Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zann [sanı] ise hakktan hiçbir şey kazandırmaz. (Necm/28)

De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa; hakktan başkasına gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yolun ortasından uzaklaşmış toplumun tutkularına da uymayın.” (Mâide/77)

Yukarıda ifade ettiğimiz vechile orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve yolculuk sebebiyle mümkündür. Namaz, oruç ve salâta benzemez. Namazın kılınmaması ise, ancak uyku, unutmak, bayılmak, sarhoş olmak, bunamak ve delirmek gibi yükümlülüğü ortadan kaldıran mazeretler bulunduğunda sözkonusudur. Aklı başında olan, kulluk bilinci bulunan mü’min, her zaman, her yer ve ortamda tazarrulu dua yapabilir. Zikri geçen bilinçsizlik halleri ortadan kalktığında kişi, namaz kılmakla mükellef olur; bilinçsizlik vaktindeki kulluk görevlerindeki eksiklik Allah’a bırakılır.

Netice itibariyle, hiçbir şey namazı kılmaya engel değildir. Diğer bir deyişle, namaz kılmama hususunda; iş-güç, alış-veriş, işçilik-patronluk, yolculuk, esirlik, askerlik, savaş, hastalık, hayız, nifas, dermansızlık, ihtiyarlık, mal-mülk, çoluk-çocuk, yersizlik-yurtsuzluk, kirlilik vs. mazeret sayılamaz; mükellefiyeti düşüren sebepler [uyku, unutmak, bayılmak, bunamak, delirmek] olmadan, hiç kimse namazı terkedemez.

NAMAZIN KAZASI NİÇİN OLMAZ?

Âyet-i celîlerden anlıyoruz ki, her müslümanın bu gıdaya ihtiyacı vardır. Nasıl ki, maddî hayatlarında büyüme ve gelişme çağlarında yeterli, dengeli beslenemeyenler hastalıklı, cılız ve güçsüz olurlar ise, manevî gıdalarını düzenli almayanlar da manevî açıdan sağlıksız; yani câhil, zâlim, cimri, şehvet-perest, nankör, aciz, hırslı, huysuz, zayıf, egoist, tembel, vahşi, sadist vb. olurlar.

Öyleyse, maddî bedenin gelişmesi için günde üç öğün yemek yendiği gibi, manevîyâtın gelişmesi için de kişinin Rabbine itaatkâr olması, dua ve niyazda bulunması; namaz kılması gerekir.

Nasıl ki, gıdasını zamanında almamış bir insana, yıllar sonra, vaktinde yemediği besinleri toptan yedirmek, onu güçlü ve sağlıklı yapmıyorsa veya hastalıklı bir adamın vaktinde almadığı ilaçlar yıllar sonra topluca ona içirildiğinde onu tedavi etmiyorsa, mazeretsiz olarak terkedilen namazlar da daha sonra toptan kılınmakla insanın geçmişini temizlemez.

Kılınmamış namazları, Allah’a ödenmemiş bir borç kabul edip sonra da topluca kılıverip, ‘ben namazlarımı kaza ettim, namaz borcum yok’ gibi ödeşme mantığı, namazın farz oluş gayesine ve esprisine de aykırıdır.

Bu açıklamalarımız yanlış anlaşılmamalı ve başka mecralara çekilmemelidir. İnsan çetele tutmadan, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nu memnun etmek için (borç alış-verişi, ödeşme düşünmeden) bol bol namaz kılmalıdır. Namazsız geçen dönemleri için de Allah’a çokça tevbe etmelidir.

NİYYET

Birileri tarafından namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve vitir namazı; farz, vâcib, sünnet ve nafile namazlar diye kategorilere ayrılmış, ayrıca bir de niyet şartı eklenmiştir. Niyet şu şekilde izah edilmiştir:

Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu ve hangi namazı kılacağını söylemektir. Meselâ, ikindi namazını kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden veya diliyle karar vermesidir.

Din, Allah’ın dini olmaktan çıkarılmış, her önüne gelen din ve ibadetlere kendince bir şeyler eklemiştir. Oysa ki Allah, açığı ve gizliyi, zihinlerdeki düşünceleri bilir. Bu gibi şartlar, Allah’ı hakkıyla tanımamaktan ileri gelmektedir.

BAŞLANGIÇ [İFTİTAH] TEKBİRİ

Bu şart, İlmihal kitaplarında, “namaza, Allah’ın yüceliğini bildiren bir kelime ile başlamak, namazın şartlarındandır” şeklinde tarif edilmiştir. İşin aslı, niyazda bulunacak kişinin, zihinsel olarak tazarruya hazırlanması ve başlamasıdır. Kul, tazarruya, önce kendini psikolojik olarak hazırlamalıdır.

Günlük hayatta insanlar kılık-kıyafetlerini, görüşecekleri kimsenin kimliğine göre seçerler. Görüşülecek kişi sıradan birisiyse, görüntüye pek önem verilmez. Ama önemli biri ise, o zaman özene bezene hazırlık yapılır.

İşsizin işverene, hastanın hekime, suçlunun hâkime, borçlunun alacaklıya karşı tutumunu düşünün, sonra da kimin huzuruna çıkacağınızı düşünün:

O ki, yaratan; yaşatan; söz-fiil ve düşünceleri işiten, gören ve bilen; her isteyene istediğini veren, her şeyin, cennet ve cehennemin sahibi olan, suçluları affeden, yardım edecek olan, bağışı sınırsız olan, acıyan, terbiye eden, kahreden ve huzuruna çıkılacak ve hesap soracak… olan Allah’tır.

Hakikatte Allah bize şah damarımızdan yakındır ve her an bizimle beraberdir. Ama lütuf buyurmuş, bizim Kendisine  niyazda bulunmamızı istemiş. Öyleyse bu randevu çok önemlidir, çünkü Rabbimizle buluşacak, O’nun tüm sıfatlarıyla tecelli ederek bizi kuşattığını hissedecek, aklımızı-fikrimizi buna odaklayacak, azameti karşısında elpençe divan duracak ve “Allahu ekber” diyeceğiz.

ALLAHU EKBER!

Allah en büyüktür, Allah her şeyden büyüktür!

Bu noktada bilinçli olmak gerekir. Allah nelerden, hangi şeylerden büyüktür?

Allah;

Sahte ilahlardan, yapay tanrılardan,

Maldan, mülkten, çıkardan, tutkudan, paradan, puldan, kadından, kızdan, çocuktan, aşktan… daha büyüktür.

Namazın başlangıcında içtenlikle bu ilan yapılırken, hareketlerle de bu desteklenir. “Allahu ekber” derken eller baş hizasına kaldırılarak Allah’ın dışındaki herşey elin tersiyle arkaya atılır, ki buna “nahr” denir. Detayı, Kevser sûresi’nde verilmiştir.[46]

Kulun Rabbine niyaza bu şekilde başlaması, niyazının hudûlu olması ve kabul edilmesi için önemli bir adımdır.

Kul Allah’ı büyükledikten sonra, Rabbine karşı bir neviselâmlamaya geçer:

Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe ğayrüke[Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Ve Seni hamdinle tesbîh ederim. Ve Senin adın mübarektir. Ve Senin şanın çok yücedir. Ve Senden başka hiçbir ilâh yoktur].

Bu, olmazsa olmaz bir kural değildir. Bu, Rabbimizi büyüklemek açısından bu aciz kula ait bir görüştür. Herkes Rabbini kendi kavrayışına göre ta’zim ve tekbir edebilir ve aslında öyle de olmalıdır. Bunlar kurallaştırılamaz.

AYAKTA DURMAK [KIYAM]

Bu şart İlmihal kitaplarına, “bir özrü olmayan mükellefin farz ve vâcib olan namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir, oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur” şeklinde girmiştir.

Halbuki Allah’ın, namazda ayakta durma emri yoktur; insanın her durumda Kendisini anabileceğini bildirmiştir:

O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi ateşe girdirisen, artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)

Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)

Onlar [Rahman'ın kulları], Rabb’lerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. (Furkân/64)

Niyazda/namazda kıyam [ayakta durmak], tazarru [Allah huzurunda sürekli alçalma] kapsamında ele alınmalıdır.

Namazda kıyam, yalnızca bir şekil değildir. Kul, Allah’ın huzuruna tam bir teslimiyet, derin bir alçak gönüllülük, bir saygı anlayışıyla çıkar, çıkmalıdır. Yeryüzünde nice insanlar kibirle başlarını yukarı kaldırır, büyüklük taslarlar, namaz kılan kimse ise başını Allah’ın önünde eğer, sakin ve vakarlı bir şekilde O’nun önünde dikilir. Bu kıyam, Allah’ın dışında her şeyin bir tarafa atıldığı bir buluşmanın başlangıcıdır. Müslüman sadece ibadet için Allah’ın huzurunda ayakta dikilir. Bu hareket Allah’a karşı duyulacak bütün saygı ifadelerini, zikirleri, duâları kapsar. Çünkü kul, yalnızca O’na karşı olan saygısından dolayı ayağa kalkmıştır, O’nun karşısında emre hazır bir asker gibi “hazır ol” duruşuna geçmiştir.

Namazdaki kıyamın iki yüzü vardır:

A) Allah’tan başka hiç kimsenin huzurunda böyle durulmayacağının ilanı.

B) Bütün dünya kayıtlarından sıyrılmanın, Allah’tan başka hiçbir şeyi önemsememenin, Allah’tan başkasının önünde eğilmemenin gösterilmesi.

Bunun bir diğer adı da “kunut”tur. Kunut, huşû ve hudû gibi namazın önemli özelliklerindendir. Kunut, “itaat, saygı ve sakinlik” anlamlarını ifade eder. Bu anlamıylakunut, “Allah’a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre ayakta durmak ve O’na yakarmak”tır.

KUR’ÂN OKUMAK [KIRAAT]

Bu madde ilmihal kitaplarında, “farz namazların ilk iki rekâtlarında Kur’ân-ı Kerîm’den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine yetecek kadar Kur’ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur’ân’ın neresinden olursa olsun, üç kısa âyet okumakla yerine gelmiş olur” şeklinde yer alır. Ve buna, O hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah’ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! (Müzzemmil/20) âyeti kanıt olarak ileri sürülür.

Oysaki bu âyetin namaz ile alakası yoktur. Bu âyette, mü’minlerin Kur’ân çalışmaları, dinlerini Kur’ân’dan öğrenmeleri istenmektedir.

Konumuz, din dersi olmadığından, namaz süresince Kur’ân âyetleri okunmayıp, gönülden niyazda bulunulmalıdır. Kur’ân’daki dua içerikli âyetler namazda dua olarak okunur, din dersi olarak okunmaz. Veya Felâk ve Nas sûreleri, başındaki “De ki” ifadeleri kaldırılarak;Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbi’ne sığınırım veCinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım şeklinde dualaştırılarak okunmalıdır.

Fıkıh bilginleri, namazda Fâtiha sûresi’nin okunmasının, farz ya da vâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte, namazda Fâtiha’nın tek başına okunması yeterli görülmemiştir. Buna, kısa bir sûre daha ilave etmenin lüzumu ileri sürülmüştür.

Mushaf’ın son sûreleri olan Fil, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Tebbet, İhlas ve Muavvezeteyn sûrelerine, “Namaz Sûreleri” adını vermişlerdir. Müslümanlar mektep ve medreselerinde çoluk-çocuklarına bu adla öğretir, ezberletirler. Oysaki bu adlandırma yanlıştır; Kitap ve sünnette dayanağı yoktur.

Namazın dindeki hakiki anlam ve uygulamasını izaha çalıştığımız için kıraat konusunu da Kur’ân açısından ele almamız gerekir:

NAMAZDA NELER OKUNMALIDIR?

Bu sorunun cevabı, yapacağımız ibadetin adında, yani namaz/niyaz sözcüğünün içinde mevcuttur. Namaz’ın anlamı, “sürekli alçalarak Allah’a yakarış” olduğuna göre, namazda Rabbimize hitabımız, yakarışımız, kulluğumuzu arz edişimiz duâ ve niyaz ölçüleri içerisinde olmak durumundadır.

Namazda duâ içerikli âyetleri okumalıyız (bu âyetleri ‘Dua’ başlığında ve ‘Örnek Dualar’ bölümünde naklettik); çünkü duâ ve niyazda, tüm gönlümüz, dilimiz ve bedenimiz ile yakarıştayız. O zaman kıssa anlatan veya hukuki hükümlerden ya da hayız-nifas ve cinsel ilişkiden bahseden âyetler, bulunduğumuz konuma uygun düşmez. Bu durumda namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih, hukuk ve sosyoloji dersine dönüşür, dikkat dağılır, hudû ve huşû kalmaz. Onların okunacağı ortamlar ve zamanlar başkadır. Rasûlullah’ın mescid ve musallâlarda okuduğu Kur’ân âyetleri, namaz kapsamında olmayıp salât kapsamındadır ve toplumu eğitip aydınlatmaya yöneliktir.

RÜKÛ [EĞİLMEK]

Bu şart, “rükû, eğilmek demektir. Namazların her rekâtında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar eğilir” diye açıklanır.

Aslında Kur’ânda geçen “rükû”, sözcüğünün namazdaki eğilmek ile alakası yoktur. Namazdaki eğilme, normal duayı, namaz şekline sokan tazarru ifadesinin bir başka aşamasıdır. İnsanoğlu zaman zaman sapıtmış, putlara, ceberrut yöneticilere, tağutlara ya da çıkar sağlamak için birilerine boyun eğmiş, bel bükmüştür. Kısacası Allah’ın astlarının önünde eğilmiştir. Halbuki akıllı insan, sadece Allah’ın karşısında bunu yapar, ki bu, Allah’ı büyük tanımanın bir göstergesidir.

Namazda eğilmek, saygı ve alçak gönüllülüğü yansıtır. Mü’min kulun Rabbine hürmetinin, O’nun karşısında küçülüşünün bir ifadesidir. Saygısından dolayı Rabbinin önünde eğilerek iki büklüm olur, böylece O’nun büyüklüğünü kabul eder. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir makam ve çıkarın önünde eğilmek mü’mine yakışmaz. Çünkü böylesine bir hürmet, ancak Allah’a yapılır. İnsanın böylesine küçülmesi, acizleşmesi ancak Allah’a karşı olabilir. Rükû yapmak, şüphesiz ki mü’minler için son derece önemli bir iman borcu olup mü’min olmanın nişanesidir.

Namaz kılan mü’min, kıyamda Allah’a hamd ettikten sonra, Allah’tan dilediği şeyleri ister, niyazda bulunur. Sonra, Allah sanki kendisine, “Hep istek olmaz. Biraz da içini-dışına vur. Geçen namaz vaktinden bu ana kadarki sürede yaptıklarını göz önüne getir hesap ver” der. Kul, olan-biteni, yaptıklarını bir bir düşünür. Bunca nimet ve lütfa karşı yaptığı nankörlükler gelir aklına. Mahcup olur, utanır. Huzurda durmaya bunca nimetleri verenin yüzüne bakmaya yüzü olmaz ve beli bükülür.

Hemen, tekbir: Allahu Ekber [Allahım! Sen her şeyden... daha büyüksün]

Beli bükükken de niyazını sürdürür. Terkedilmemeyi, yardım edilmeyi diler, Sübhane rabbiye’l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] der.

Peygamber Efendimizin rükûda çeşitli tesbîh duaları okuduğu nakledilir. Bunların hemen tamamı Allah’ı büyüklemek, O’nun azametini dile getirmeye yönelik ifadelerdir ki biz bunu bugün, Sübhane rabbiye’l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] diyerek ifade ediyoruz. Bu tesbîhi kaç kez söyleyeceğimize gelince, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye göre bu değişebilir; 3, 5, 500, 5.000… Bu, sevdiğimiz, hayran olduğumuz bir kimseyle ne kadar süreyle kalmak istediğimize bağlıdır.

Kul rükûda bu halet-i ruhiye içerisinde iken sanki, Allah, “Kalk, başını kaldır, karşımda dik dur!” der.

Kul başını kaldırır ve şöyle der: Semiallahu limen hamideh [Allah, Kendine hamd eden kuluna kulak verir/dikkate alır/onun isteklerini kabul eder].

Fakat kul, Allah’ın istediği gibi yaşamadığından, öyle bir Rabb’e yaraşır bir kul olamadığından daha da çok utanır. Ayakta duramaz. Bu defa yüz üstü düşer, yere kapanır: Allahu Ekber!

SECDE (!) YERE KAPANMA

Bu şart şöyle açıklanmıştır: “Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir. Secde, Allah’ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vâcibdir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidır. Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir; pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira’dan [20- 30 cm.'den] yüksek olmamalıdır.”

Halbuki secde, “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Namazda yere kapanılması, tazarrunun bir başka aşamasıdır. Allah’ı tazim ve O’na itaat etmenin en iyi göstergesidir. Allah’tan başkasının önünde kesinlikle yere kapanılmaz. Allah’tan başkasının huzurunda yere kapananlar, önünde yere kapandıkları varlığı tanrı edinmiş olurlar. Birinin karşısında yere kapanan kişi, ona karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en yüce olarak tanıyor ve ona derin sevgi duyuyor demektir. Çünkü yere kapanma, insanın kendisini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü bir hiçlik halidir.

Tarihte birçok zorba, insanları kendlerine ya da makamlarına karşı yere kapanmaya zorlamış; onların kendilerine teslimiyetlerinden ve boyun büküşlerinden zevk almışlardır.

Allah’a samimiyetle inananlar, Allah’ın dışında hiçbir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmez ve yere kapanmazlar. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerini koruyup, zorbalar karşısında onurlarını rencide etmezler. Allah’ın karşısında yere kapanmayanlar ise kibirli, burnu havada olan kimselerdir. Onlar Allah’a karşı yere kapanmayı gururlarına yediremezler, ama çıkarın, makamın ve zorba yönetimin önünde eğilirler; küçücük bir menfeat için süklüm-püklüm olurlar.

Secdenin toprağa yapılması daha anlamlıdır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi tazarru ve tevazuun, hiçliğin en güzel göstergesidir. İnsan, toprak misali kendini Rabbinin karşısında küçültürse, en büyük makama: Allah’a yakınlaşır.

Yere kapanmış halde iken kul, Sübhane Rabbiye’l-a‘lâ [Ey, her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim! Sen yüceler yücesisin, Sen, en yüce olansın] der.

Secdenin süresi ve bu tesbîhin kaç defa söyleneceği kişinin takdirine kalmıştır.

SON OTURUŞ

Bu şart da İlmihal kitaplarında, “Kıldığı namaza göre son rekâtın bitiminde tahiyyât okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyâtı okumak ise vâcibdir” şeklinde zikredilir.

Halbuki Kur’ân’da, namazda oturmayı ve tahiyyât okumayı emreden bir âyet yoktur.

Kul yere kapanıştan sonra oturur, bir müddet de oturarak, boynunu bükerek Rabbine niyazda bulunur. Bu da Allah’ın huzurunda sürekli alçalmanın bir başka şeklidir. Bu niyazında da arzu ettiği yakarışı yapar, Allah’tan dilediğini ister.

Son oturuş ile ilgili olarak konulan kuralların tahlili:

TEŞEHHÜD/TAHİYYAT

Teşehhüd, sözlükte “şehadet getirmek” demektir. Bundan maksat, Kelime-i Şehadet denilen, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhucümlesini söylemektir.

Terim olarak ise, namaz kılarken ‘ka’de’ denilen oturmada, içerisinde Kelime-i Şehadet’in de bulunduğu et-Tahıyyatu lillahi ve’s-salâvâtu ve’t-tayyibatu… cümlelerini okumaktır.

Biz, içerisinde Kelime-i Şehâdet bulunan, et-Tahiyyâtu lillahi ve’s-salâvâtu… diye devam eden sözcüklerin tahlili üzerinde duracağız.

Önce tahiyyât’ın metnini aktaralım:

et-Tahıyyâtu lillahi ve’s-salevâtu ve’t-tayyibâtu es-selâmu aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasuluh.[47]

Tahiyyâtın anlamı:

Tahiyyât [dil ile yapılan karşılama övgüleri], salâvât [yapılan maddî ve manevî destekler] ve tayyibât [temiz mallar ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey Peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın rasûlüdür.

Şâfii mezhebine göre bu tahiyyâtın giriş bölümü farklıdır. Onlar şöyle okurlar:

et-Tahıyyâtü’l-mübârekâtü’s-salavâtü’t-tayyibâtü lillâh [tüm mübarek dil ile yapılan karşılama övgüleri, tüm temiz hoş destekler, Allah içindir].

Yukarıda, genel olarak dua’nın ne olup olmadığını, Allah’tan başkasına dua edilemeyeceğini, namazın da Allah’ın huzurunda sürekli alçalarak niyazda bulunmak olduğunu ve namazda iken muhatabın sadece Allah olduğunu ve olması gerektiğini açıklamıştık.

İşin gerçeği ve olması lazım geleni bu olmasına rağmen, tahiyyât metninde de görüldüğü üzere müslümanlar, es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü [sana selâm olsun ey Peygamber] diye namazda Peygamber’i de muhatap almakta ve o’na da seslenmektedirler.

Arapça bilenimiz de bilmeyenimiz de namaz kılarken ağzından çıkanı kulağı duymuyor; ne dediğini ne okuduğunu bilmiyor.

Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyât metni, İbn Mes‘ûd kanalıyla rivâyet edilenidir. Daha başka rivâyetler de vardır. Ama hepsinde de, es-Selâmü aleyke… [Selâm sana ey peygamber...] ibaresi mevcuttur.

Bu ravilerin, konuya tevhid ve namazın esprisi açısından bakmadıkları anlaşılıyor.

Bir de ‘et-Tahiyyatü’ metnine daha bir kutsallık verenler var. Onlara göre güya bu, Mirac’ta Allah ile Muhammed arasında geçen diyalogmuş. Şöyle ki:

Hz. Muhammed Allah’ın karşısına varınca selâm verir:

– et-Tahıyyâtü lillahi vesalâvâtü ve’t-tayyibâtü.

Allah da Hz. Muhammed’e karşılık verir:

– es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtuhu.

Hz. Muhammed sadece kendisinin esenlikte olmasına pek râzı olmayarak şöyle der:

– es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn.

Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve melekler de şöyle derler:

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasûluhu.

İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, –başta tarikatlar tarafından olmak üzere– malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Said Nursî, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi; İsmâîl Hakkı Bursevî,Ruhu’l-Beyan, c. 5, s. 121.

Teşehhüd/tahiyyât konusunda en doğru yaklaşımı İmam Mâlik göstermiştir. Meşhur hadis kitabı Muvatta‘da İbn Ömer’den şu rivâyeti görüyoruz:

Nafi der ki: İbn Ömer (r.a) şöyle teşehhüt okurdu:

Bismillahi, et-tahıyyâtu lillahi ve’s-salâvâtu lillahi. ez-Zakiyatü lillahi es-selâmü ale’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillahi’s-sâlihîn. Şehidtü enlâ ilâhe illallahu ve şehidtü enne muhammeden rasûlillahi.

Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüd de bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı yapardı. Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:

es-Selâmü ale’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu. es-Selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillahi’s-sâlihîn.

Sonra sağına, ‘es-selâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık olarak ona da selâm verirdi.

Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) böyle yapılmasını emretti.”[48]

Bazı sözcük farklılıkları da olsa, (duâ olduğu için hiçbir şey fark etmez) es-selâmü ale’n-nebiyyi [Peygamber'e selâm olsun] diye gramerde muhatap/ikinci şahıs olarak değil, ğaib/üçüncü şahıs ibaresiyle aktarılır. Yine muteber hadis kitaplarından Sünen-i Ebû Dâvûd’da da böyle yer alır.

Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında İbn Mes‘ûd’un rivâyetindeki hitabın Peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye Peygamber’e yönelmediklerini, ‘Allah Peygamber’e selâmet versin’ tarzında okuduklarını yazarlar. Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.

Namaz, Peygamber’e de farzdı. O da namaz kılardı. Peki o nasıl okurdu?

Kaynaklardaki bilgilere göre, Rasûlullah teşehhüdü gizli okurmuş, hiç kimse Peygamber’in namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamış. Bugün okunan teşehhüd, rivâyet edenlerin namaz dışında öğrendikleri teşehhüdmüş.

Yapılan hatalar, sadece namazdaki tahiyyâtla sınırlı değildir. Cum‘a günleri öğleyin, kandil gecelerinde yatsı vakitleri ve cenazelerde minarelerden okunan salâda da aynı hatalar yapılmakta; es-Salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ rasûlallah [salât ve selâm senin üzerine olun ey Allah'ın Elçisi] diye seslenilmektedir. Asırlar evvel dünyadan irtihal etmiş olan Peygamber’e, sağmış ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece Peygamber Efendimize, beşer üstü bir sıfat yakıştırılmaktadır ki bu da şirke sürükler. Salâda da salât ve selâmı, tahiyyâttaki gibi gaybî olarak ifade etmek gerekir. Meselâ, es-Salâtü ves-selâmü alâ rasûlillah veya Allahümme salli ve sellim alâ muhahammed veya Eyyühe’l-mü’minûn sallû ve sellimû alâ Muhammed gibi.

Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak, yanlış ve günahtır. O nedenle, es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü bölümünü, es-Selâmü ale’n-nebiyyi diye değiştirerek okunmalı veya herkes gönlünden geldiği gibi Allah’a niyazda bulunmalıdır.

NAMAZ KAÇ REKÂTTIR?

Kur’ân’da namazın kaç rekât olduğu yer almaz. Bunu, niyazda bulunan kişiler, psikolojik durumlarına göre yaparlar. Namaz, tekbirden oturuşa hudû ve tazarru ile uzun süreli olabileceği gibi, şekilciliğe düşmemek şartıyla arzu edildiği kadar uzatabilir.

Ayrıca bu niyazda, konu ettiğimiz aşamaların hepsini yapmak da gerekmez. İmkân ölçüsünde ortama göre birkaçı yapıldığı zaman da tazarru yerine gelmiş olur.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere dua; hudû [eğilmek, bükülmek, küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek; tevazu göstermek] ile namaz da tazarru [sürekli alçalma] ile yapılmalıdır. Bunlar, en önemli özelliklerdir. Hudû ve tazarru, şekilciliğin bilince ermesidir.

Yukarıda tekrar tekrar açıklamıştık ki namaz, “tazarrulu duâ” demektir. Duâ da, “kulun, ihtiyacını, gönlünden gelen düşünce ve isteği Allah’a arzetmesi”dir. Onun için duâ, kulluk görevlerinin en hasıdır. Hiç şüphesiz Allah, kalplerden geçeni, dertleri, sıkıntıları, istek ve ihtiyaçları bilir. Onun için insan onu, saygı ve edep çerçevesinde Allah’a arz edip O’ndan istekte bulunmalıdır. Bunu yaparken en fazla dikkat edilecek husus, samimiyet ve saygıdır.

Namazın mahiyeti ve nasıl kılınacağı, hudû ve tazarru yönünden bilinmediğinden, namaz kılanların sayısı azalmıştır. Profesyonel namaz kılanlar ve imamlar türemiştir. Ruhsuz kılınması sebebiyle namaz anlamsız hareketlere dönüşmüş, kılanların da namazı niçin kıldıkları tartışılır ve merak edilir olmuştur.

Bu âyet indiği zamanlarda da şimdiki gibi riyakâr, ısmarlama duâ yapan, süslü sözlerle emir verir gibi bağırıp çağırarak duâ yapan duâcılar vardı. Bu âyetle Cenâb-ı Hakk, duânın nasıl yapılması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla, bağırarak, çağırarak, emreder gibi, hele hele ne denildiği bilinmeden yapılan duâlar duâ olmadığı gibi Allah’a karşı da saygısızlık, edepsizlik ve haddi aşmaktır. Allah ise haddi aşanları, saygısızları ve edepsizleri sevmez. Burada, Kütüb-i Sitte‘de yer alan sahih bir rivâyeti nakletmek istiyorum:

Ebû Mûsa el-Eş‘ari şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah’ın maiyyetinde bir gazvede bulunduk. Yolda ilerlerken yüksek bir mevkie çıktıkça, bir yüksek yola yükseldikçe, bir vâdi içine indikçe buralarda tekbir getirerek seslerimizi yükseltmeye başladık. Rasûlullah bizim yanımıza yaklaştı ve dedi ki:

– Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [seslerinizi çok yükseltmeyin]! Şüphesiz ki, sizler bir sağırı ve bir gâibi çağırmıyorsunuz. Sizler şüphesiz semî‘ ve basîr olan Allah’a duâ ediyorsunuz.[49]

Evet, kulluğun özü ve göstergesi duâdır. Duânın özü ve göstergesi de hudû ve tazarrudur. Namaz, yapılabilecek duâların en üstünü olduğundan [hem gönül hem beden hem de dil ile yapılan komple bir duâ olduğundan], hudû ve tazarrusuz olmamalıdır. Hudû ve tazarru namazın ruhudur. Hudû ve tazarrusuz namazın yararı olmak şöyle dursun, insana yük bile olur.

Gösteriş olarak yapılan hudû ve tazarru hiçbir işe yaramaz.

HUDÛ ve TAZARRU NASIL SAĞLANIR?

Hudû ve tazarrunun ne olduğuna dair izahattan sonra sıra, nasıl sağlanabileceği hususuna geldi. Burada, psikoloji’de, “Bir ferdin, neyi gözleyeceğine dair bir seçme faaliyeti” olarak tanımlanan “dikkat” konusu ön plana çıkmaktadır. Öyleyse, hudû ve tazarru için namazda dikkati dağıtan iç ve dış faktörleri uzaklaştırmak, dikkati celbeden iç ve dış amilleri de oluşturmak gerekir. Şöyle ki:

Önce amaçladığımız şeyi belirlememiz ve onu diğer şeylerden ayırıp ilk sıraya koymamız gerekir. Vakti geldiğinde yapacağımız en önemli görev namaz olmalı, diğer iş ve ihtiyaçlarımız geri plana itilmelidir.

Fıtratı gereği insan, duyduğu, gördüğü, dokunduğu, kokladığı ve tattığı her şeye ilgi duyar ve akıl yürütür. Onlarla ilgili olumlu-olumsuz birçok düşünce üretir. Onun için, dua ederken, namaz kılarken, birşey duymamalı, dikkat çekici birşey görmemelidir. Namaz kıldığı yer sakin ve sade olmalıdır. Özellikle önünde ve namaz kıldığı yerin zemininde renkli, motifli, desenli halılar, seccadeler, duvarlarda yazılar, süslemeler, kilise çanı gibi dan dan vuran saatler bulunmamalıdır. Namaz kıldığı yer bir sanat galerisi niteliğinde olmamalıdır. Sakin bir yerde olup değişik seslerden, gürültü ve patırtıdan uzak durmalıdır.

Müslümanlar evlerinin bir noktasını namaz için tahsis etmeli, bu mekânda sık sık değişiklik yapmamalıdır. Zira insan her gördüğü yeni şey için de fikir yürütür, namaz kılarken zihni Allah’tan başka şeylere yönelir. Dolayısıyla dikkati dağılır, hudû ve tazarruu bozulur. Oysa, alıştığı ve âşina olduğu eski şeyler dikkatini fazla dağıtmaz.

Toplu, cemaat halinde namaz kılmaya gayret etmelidir. Birlik ve beraberlik içindeki hazırlık da hudu’ ve huşu’ oluşmasına yardım edecektir. Safta durmak insanın psikolojisini etkiler. Zira namaz safında, insanlar arasındaki zenginlik-fakirlik, şahlık-gedalık, âlimlik-câhillik, gençlik-ihtiyarlık, dil, ırk, makam ve mevki farkları yok olur. Kral ile hizmetçi, beyaz ile zenci vs. omuz omuza durur. Bunlar da hudû ve tazarrua neden olur.

Namaz kılınacağı zaman zihinsel birçok düşünce altında kalınacağı, onların da hudû ve tazarruyu bozacağı dikkate alınmalıdır. Bu bilince sahip olanlar, hazırlıklı olduklarından kolay kolay dikkatleri dağılmaz.

Dikkatin dağılmamasını temin eden bir yol da şudur: Namazda okunan her kelimenin anlamı düşünülmeli, sözcükler yavaş okunmalı ve sözcük ile anlamı aynı anda düşünülmelidir. Bir kelimenin anlamı zihinde canlanmadan diğer sözcüğe geçilmemelidir.

Namaz kılarken Rasûlullah Efendimizin de önerdiği gibi göz yere kapanılan yere odaklanmalıdır. Çünkü duyular bir yere yoğunlaştığı zaman diğer duyular zayıflar dış âlemden etkilenmez.

“Kıraat” bahsinde açıkladığımız gibi, namazda dua mahiyetindeki âyetler okunmalı, kıssa ve ahkâm âyetleri okunmamalıdır. Kıssa âyetlerinde zihin târihin derinliklerine, ahkâm âyetlerinde de sosyolojik düşüncelere dalar; namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder, târih ve sosyoloji dersine dönüşür.

En önemlisi de, biz Allah’ı görmüyorsak da O şüphesiz bizi görüyor. Öyleyse O’nu görüyormuş ve önünde duruyormuşuzcasına namaz kılmalı, dua etmeliyiz.

Gerektiğinde bir psikologdan destek almalıyız. Bu hususu ciddiye alıp sorun haline getirmeliyiz. Zira bu, basit takıntı ve saplantılardan daha önemlidir.

Hudû ve tazarrunun temini şüphesiz zordur, ama mümkündür. Sadece devamlılık ve çaba ister. Allah yardımcımız olsun!

ÖRNEK DUALAR

En iyi dua örnekleri Kur’ân’da bulunmaktadır. Kur’ân’da dua sözleri içeren 200 civarında âyet mevcuttur. Meselâ, Fâtiha sûresi, önce Allah’ı veciz bir şekilde niteleyen, sonra da tevhid ilkesini özümsemiş bir kul olarak insanlığın en çok muhtaç olduğu hidâyeti [doğru yola ulaşmayı] samimiyetle dileyen eşsiz üsluptaki ifadesiyle müslümanların en çok okudukları dua metnidir. Fâtiha’dan sonra en çok okunan dua ise, yine bir Kur’ân âyeti olan, Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver; bizi cehennem azabından koru! (Bakara/201) mealindeki ifadedir.

“RABB” İSMİ İLE DUA:
Kur’ân’da, Yüce Allah’ın yapılacak dualarda “Rabb” sıfatının kullanılmasını emrettiği görülür. Bütün peygamberler buna uygun davranmış ve dualarını daima Allah’ın “Rabb” sıfatına yöneltmişlerdir.

Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Allah’ın “rabb” sıfatı, O’nun her şey üzerindeki “belirleyiciliği” anlamına gelir. Bu belirleyicilik, bir şeyin ilk var oluşundan varlık âlemindeki son noktasına kadar devam eden mutlak bir durumdur. Hiçbir varlık O’nun belirlediği programın dışına çıkamaz. Bu sebeple “rabb”, Esma-i Hüsna’daki anlamların hepsini kapsayan bir sıfattır.

Kur’ân’da tam 903 kez yer alan “rabb” sıfatı, Allah’ın Kendisi hakkında en çok kullandığı sıfatıdır. Kur’ân’da bu sıfat kullanılarak yapılan duaların bazı örnekleri şunlardır:

“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5)

“Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların rabbine sığınırım” de! (Nas/1-6)

İşte hakk olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı acele etme ve “Rabbim, bana bilgiyi artır!” de. (Tâ-Hâ/114)

Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et!” (İsrâ/24)

Ve de ki: “Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca ikramda bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin.” (Mü’minûn/29)

Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın.”(Mü’minun/118)

PEYGAMBER DUALARINDAN ÖRNEKLER:

ÂDEM

(Onlar/her ikisi,) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (A‘râf/23)

NÛH

O [Nuh], “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı Sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi. (Hûd/47)

O [Nuh], “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece-gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı” dedi. (Nûh/5-6)

Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et! Zâlimlere de sadece yok oluşu arttır. (Nûh/28)

İBRÂHÎM

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızklandır. Umulur ki şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitir. Rabbim!Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

Ve o [İbrâhîm], “Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet” demişti. (Saffat/99-100)

Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Allah,) “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. (İbrâhîm,) “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260)

Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince (Rabbi o’na,) “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım.” demişti. O da; “Zürriyetimden de ( yap!)” dedi. (Rabbi o’na,) “Benim ahdim zâlimlere nail olmaz!” dedi. Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrâhîm’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri [Allah'a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!” Ve hani İbrâhîm, Beyt’ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz azîz Sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan] Sensin.” Ve İbrâhîm’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o’nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. Rabbi o’na, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrâhîm], “Ben âlemlerin Rabbi için İslâm oldum” dedi. (Bakara/124-131)

YÛSUF

Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların/sözlerin] te’vîlinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen, benim velîm Sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni dünya ve âhirette sâlihler arasına kat! (Yûsuf/101)

MÛSÂ

Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. (Rabbi o’na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A‘râf/143)

O [Mûsâ], “Rabbim! Şüphesiz kendime zulmettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], o’nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Mûsâ], “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. (Kasas/16-17)

(Mûsâ) dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A‘râf/151)

DÂVÛD

Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlanma diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü. (Sâd/24)

SÜLEYMÂN

Andolsun ki Biz Süleyman’ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi. (Sâd/34-35)

ZEKERİYYÂ

Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim, karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim,o’nu Sen rızanı kazanan biri kıl!” (Meryem/3-6)

Orada Zekeriyyâ, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin” dedi. (Âl-i İmrân/38)

ÎSÂ

Meryemoğlu Îsâ; “Allahım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızklandır. Ve sen rızklandıranların en hayırlısısın!” dedi. (Mâide/114)

MUHAMMED

Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım!” (Mü’minûn/97)

Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın.” (Mü’minun/118)

MÜ’MİNLERİN YAPTIKLARI DUA ÖRNEKLERİ:

O kişiler ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi ateşe girdirisen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)

Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Ve onun için âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/200-201)

O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler. (Âl-i İmrân/17)

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim mevlamızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize. (Bakara/286)

FİRAVUN’UN KARISININ DUASI:

Allah, inananlara da Firavun’un karısını örnek gösterdi. Bir zaman o demişti ki: “Rabbim! Bana nezdinde cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler toplumundan kurtar!” (Tahrîm/11)

Kur’ân’da Allah’ın “rabb” sıfatının geçtiği daha birçok dua örneği mevcuttur. Bu dualardan biri de mü’minlerin cennette, suçluların ise cehennemde “Rabbim!” diyerek ettikleri duadır. İblis’in aynı hitapla başlayan duaları da yine Kur’ân’da yer alan dualar arasındadır:

(İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut/mühlet ver]” dedi. (Sâd/79)

O [İblis], “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet ver]” dedi. (Hicr/36)

Allah’a, Esma-i Hüsna’sındaki özel isimleri ile dua etmek de mümkündür. Meselâ bir kişi;

• Hasta ise, “Yâ Şâfi” [ey şifa veren]!

• Geçim sıkıntısı çekiyorsa, “Yâ Rezzâk” [rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren]!

• Günahlarının bağışlanmasını istiyorsa, “Yâ Gaffâr” [günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan]!

• Tevbe ediyorsa, “Yâ Tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren]!”

• Ayıplarının örtülmesini istiyorsa, “Yâ Settâra’l-Uyub” [ayıpları örten]!

• Nimet ihsanı istiyorsa, “Yâ Vehhâb” [karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi] şeklinde de dua edebilir. Allah’a bu isimleriyle dua etmek uygun bir davranıştır.

Kur’ân’da dua mahiyetinde olan âyetlerin siyâkına dikkat edildiğinde görülür ki, o dua sahipleri daima içinde bulundukları koşul ve ortama göre niyazda bulunmuşlardır. O hâlde müslümanlar da bunu örnek alarak kendi şart ve ortamlarına göre niyazda bulunmalıdırlar. Başka bir ifade ile müslümanlar, ısmarlama, basmakalıp, bir çoğu uydurma, yalan-yanlış şablon dualar [Ramazan Duası, Kenzü'l-Arş Duası, İsm-i A‘zam Duası, Hacet Duası, Karınca Duası, Bereket Duası, İstihare Duası, Nazar Duası, ağrı-sancı duaları] yerine, kendi dil ve üsluplarıyla özel durumlarını dile getirdikleri, duygu ve düşüncelerini seslendirdikleri dualar etmelidirler.

Kur’ân’da dua mahiyetinde 200 civarında âyet vardır. Bazı sûre ve âyetler örnek dua mahiyetindir. Dua konusu hadislerde de önemli bir yer tutar. Dua ile ilgili birçok hadis kitapları oluşturulmuştur. Ayrıca “Me’sur Dualar” adıyla birçok örnek belirlenmiş, bunların çoğu da kitaplaşmıştır. Burada şunu bir kez daha vurgulayalım: Dua; okunmaz, edilir/yapılır; yani bilinçli olarak Allah’a yakarılır.

Yukarıda bir kısmını arzettiğimiz yüzlerce âyetten dua örnekleri alabiliriz: Fâtiha sûresi, A‘râf/23, 47, 89, 126, 143, 151, 155; Furkân/65, 74; Tâ-Hâ 25-35, 114; Şu‘arâ/83, 169; Neml/19; Kasas/16, 21; İsrâ/24, 80; Yûnus 85; Hûd/47, Yûsuf/01; Saffat/100; Mü’min/7-9; Duhân/12; Ahkâf/15; Nûh/26-28; İbrâhîm/35-41; Enbiyâ/83, 87, 89; Mü’minûn/26, 29, 93-94, 97-98, 109, 118; Ankebût/30; Bakara/126-129, 201, 285-286; Âl-i İmrân/8-9, 16, 38, 53, 147, 191-194; Haşr/10; Tahrim/8; Mâide/114; Mümtehine/4-5.

NAMAZIN CEMAATLE KILINMASI:

Yukarıda “cemaat” kavramını ve İslâm’daki yerini açıklamıştık. Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneklerinden biri topluca namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâm cemaati olmanın temelini atar, cemaat olma bilincini kazandırır. Hudû ve tazarru bölümlerinde açıkladığımız gibi, seferberlik halindeki uygulama, hudû ve tazarruyu da artırır. Toplu uygulamalarda, insanlar, düşüncelerini Allah’a doğru yükselterek adale ve uzuvlarını dinlendirme, zihinlerinin gerginliğini giderme, fikirlerini billurlaştırma ve medeniyetin ezici bir yük haline getirdiği çetin hayata tahammül kuvvetini kazanma imkânını bulabilmektedir.

Cemaat düzeni, bir eşitlik ve kardeşlik düzenidir. İslâm toplumunda soylular, seçkinler sınıfı yoktur; hiç kimse diğerinden üstün değildir.

Mescidde toplanan müslümanlar, Kur’ân’ı en iyi okuma, dini en iyi şekilde yaşama, takvâ, yaş gibi özellikleri göz önüne alarak aralarında, en uygun olan kişiyi “namaz imamı” olarak seçer ve onun arkasında saf tutarlar. İmamın işaretleriyle (bir nevi komut ki tekbir ile yapılır) tazarru aşamalarını gerçekleştirirler.

Cemaatle namazdaki imaj, müslümanların oluşturması gereken toplum düzenine bir işarettir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir. Sadece görevi gereği diğerlerinden bir adım önde durmaktadır.

NAMAZIN BOZULMASI

İlmihal kitaplarında, “Namazı bozan şeyler” başlığı altında yüze yakın davranışın namazı bozduğu yer alır. Bunların tümü, özünden uzaklaştırılıp sırf şekle hasredilen namaza ait şeylerdir. İlmihalciler, namaz kılanları, sürekli düşme korkusu taşıyan ip üstündeki cambaza dönüştürmüşlerdir. Namaza duran kişi, “namazım ha bozuldu ha bozulacak” derken aklında ne Allah kalır, ne niyaz kalır ne de hudû ve tazarru kalır. Kur’ân’daki namaz ise ya icra edilir, ya icra edilmez; icra edildiği zaman da kesinlikle bozulmaz. Çünkü İslâm’daki namazın bozulacak bir yapısı yoktur.

www.istekuran.com 

HAKKI YILMAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder